Yazar arşivleri: toysoy34

Bizim çok da umrumuzda olmadığı için

Kanada’da mercimek yoktu, 1972 yılında üniversitelerinde mahsül üretim merkezi kurdular, mercimek araştırmalarına başladılar, hatta ürün çeşitliliği için Türkiye’den mercimek örneği aldılar.
Bizim çok da umrumuzda olmadığı için, bugün Kanada’dan mercimek ithal ediyoruz, mercimek ithalatımızın yüzde 80’i Kanada’dan.
Yoğurt… Biz icat ettik, adını biz koyduk, dünyanın hangi lisan konuşulan ülkesine giderseniz gidin, yoğurdun üzerinde Türkçe “yoğurt” yazar, gurbet ellerde marketleri dolaşırken, rafta akrabanı görmüş gibi olursun, sarılasın gelir.
Ama bizim çok da umrumuzda olmadığı için, durup dururken yoğurdumuzun standardı değiştirildi, AB’ye uyum ayağıyla protein oranı düşürüldü, yüzde 12 oranında yağsız kuru madde bulunması şartı tamamen kaldırıldı.
Geleneksel olarak sade tüketilen, kıvamlı, koyu Türk yoğurdu, cıvık hale getirildi. Böylece, Türk pazarında yer bulamayan, meyveli, cıvık Avrupa malı yoğurtlara yol açıldı. Çok kısa sürede çocuklarımızın yoğurt konusundaki damak zevki değişti.
İnek ithal ediyoruz, koyun ithal ediyoruz, çok da umrumuzda değil, aynı zamanda, uğurböceği ithal ediyoruz. Hani “uç uç böcecik annen sana terlik pabuç alacak” var ya, işte onu ithal ediyoruz. Tarımdaki zararlıları yok etmeye yarıyorlar. İthal tarım ilaçlarıyla bizim uğurböceklerinin neslini yok ettik, şimdi, tarımdaki zararlıları yok etsinler diye İspanyol uğurböceklerini ithal ediyoruz.
Süt ürünlerinde kullanmak için “bakteri” ithal ediyoruz. Çok da umrumuzda olmadığı için “yerli ve milli” bakterimiz yok mu birader diye düşünmüyoruz!
Fare ithal ediyoruz, laboratuvarlarda deney yapmak için memlekette fare bulamıyoruz iyi mi…
Memleketin adı Turkey, çok da umrumuzda olmadığı için hindi ithal ediyoruz.
Angola, Eritre, Kongo gibi Afrika’nın gelişmiş ülkelerinden (!) saman ithal ettiğimizi zaten biliyorsunuz…
Çok da umrumuzda olmadığı için solucan ithal ediyoruz.
İthal ettiğimiz solucanlarla gübre yapıyoruz. Çünkü sadece toprağın üstünü değil, toprağın altındaki yaşamı da kuruttuk. Elalemin solucanını ithal etmezsek, bu memlekette gübre bile üretemiyoruz.
Narenciye para etmiyor, dalında çürümeye bırakıyoruz, ağaçları söküyoruz. Çok da umrumuzda olmadığı için, ilaç ve çay üretimi için, portakal kabuğu, mandalina kabuğu, limon kabuğu ithal ediyoruz.
İskenderun demir çelik, Ruslar yaptı, parasını domatesle ödedik.
Seydişehir alüminyum, Ruslar yaptı, parasını portakalla ödedik.
Aliağa rafinerisi, Ruslar yaptı, parasını salatalıkla ödedik.
Oymapınar barajı, Ruslar yaptı, parasını mandalinayla ödedik.
Türk tekstilinin temeli, Nazilli Sümerbank basma fabrikası, Ruslar yaptı, bir lira bile vermedik, kabak biber greyfurtla ödedik.
Sebzemiz meyvemiz narenciyemiz işte bu kadar kıymetliydi.
Çok da umurumuzda olmadığı için, hem bu hayati tesislerimizi sattık savdık, peşkeş çektik, imha ettik, hem de sebzemizi meyvemizi artık “çöp” fiyatına bile ihraç edemez hale geldik.
Üç tarafımız denizlerle çevrili, iç denizimiz var, deniz büyüklüğünde göllerimiz var, çok da şeyimizde olmadığı için barbun Senegal’den geliyor, kalamar Hindistan’dan, ahtapot İspanya’dan, karides Endonezya’dan, midye Şili’den lagos Mısır’dan, kalkan Romanya’dan, uskumru Norveç’ten, sinarit Gana’dan, lüks otellerde yediğiniz kılıç şişler aslında Çin’den ithal köpek balığı…
Karadeniz’de 26 balığın neslini kuruttuk, Marmara’da 125 balığın neslini tükettik, tarlada çipura yetiştirmeye çalışıyoruz. Sardalya festivali düzenliyoruz ama, çok da umurumuzda olmadığı için sardalya Yunanistan’dan geliyor.
Çok da umurumuzda olmadığı için, 2002’den beri, toplam tarım alanımız 26 milyon hektardan 23 milyon hektara geriledi.
Ekilen tarım alanımız 18 milyon hektardan 15 milyon hektara geriledi.
Ayrıca, şu anda 4 milyon hektarlık alan, maddi imkansızlıklar nedeniyle ekilemiyor.
Hal böyleyken, Türk tarımının ocağına incir ağacı dikilirken ne yaptık biliyor musunuz?
Çok da umurumuzda olmadığı için Afrika’da tarla kiraladık .Bastık tiko parayı, Sudan’da 7 milyon 805 bin dönüm arazi kiraladık. Hem de 99 seneliğine kiraladı. Kim çalışacak bu arazide? Sudanlı köylüler çalışacak. Sudanlı köylüler bizim araziyi ekip biçecek, ürün yetiştirecek, ihraç edecek!
Kiraladığımız arazinin büyüklüğü, Sivas kadar… Kayseri, Eskişehir, Diyarbakır, Yozgat, Çorum ve Manisa’nın tarım arazisinden daha büyük.
Türkiye’nin kendi kendine yetebildiği tek ürünü “şeker pancarı” kalmıştı. Çok da umurumuzda olmadığı için mısır şurubuna yol verildi, şeker fabrikaları satıldı, çok da umurumuzda olmadığı için hem şeker pancarımız imha edildi, hem diyabette milletçe rekora gidiyoruz.
Boşnaklar için ağlıyoruz Sırp Kasabından kıyma ithal ediyoruz.
Son beş sene içinde 568 milyon kilo tohum ithal ettik.
Nereden ithal ediyoruz bu tohumu…
Türkiye’nin topraklarının yarısından fazlası tarım arazisi ama, topraklarının yarısından fazlası çöl olan İsrail’den tohum ithal ediyoruz.
Başka örnekler de vermek isterdim…
Çok da umurumuzda olmadığı için gerek görmüyorum…

Kızılayın Tarihi

Kızılay’ın Kuruluşu

Kızılay, Türkiye’de 1868 yılında kurulmuştur. Dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan savaşlar ve salgın hastalıklar, ihtiyaç sahiplerinin yardıma muhtaç hale gelmesine neden olmuştu. Bu dönemde, İstanbul’da yaşayan bir grup genç, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek için bir araya geldi. Bu gençler, ihtiyaç sahiplerine yiyecek, giyecek ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmalar yaptılar.

Daha sonra, 1876 yılında Osmanlı Sultanı Abdülhamid tarafından kurulan Hilal-i Ahmer Cemiyeti, günümüzdeki Kızılay’ın öncülüdür. Bu cemiyet, savaşlarda yaralanan askerlere yardım etmek amacıyla kurulmuştur. Cemiyet, savaşlarda yaralanan askerlere yardım etmek için birçok farklı çalışma yürütmüştür.

Kızılay’ın Gelişimi

Kızılay, 1919 yılında Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sırasında önemli bir rol oynadı. Türkiye, savaş sırasında birçok insanın hayatını kaybettiği ve büyük bir yıkım yaşadığı bir dönemden geçiyordu. Bu dönemde, Kızılay, Türk insanına yardım etmek için çalışmalar yürüttü.

Kızılay, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da Türkiye’de önemli bir yardım kuruluşu olarak varlığını sürdürdü. Kuruluş, Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşanan doğal afetler, acil durumlar ve savaşlarda yardım çalışmaları yürüttü. Kızılay, Türkiye’de yaşanan depremler, sel felaketleri ve yangınlar gibi doğal afetlerde hızlı bir şekilde harekete geçerek, ihtiyaç sahiplerine yardım etti.

Kızılay, Türkiye’nin yanı sıra dünya genelinde de birçok insani yardım çalışması yürütmüştür. Kızılay, dünya genelinde yaşanan acil durumlarda ve savaşlarda, insani yardım çalışmaları yürütmek amacıyla harekete geçmiştir. Suriye, Filistin, Somali, Haiti gibi birçok farklı ülkede Kızılay, acil yardım çalışmaları yürüterek, ihtiyaç sahiplerine gıda, su, ilaç, barınak ve diğer temel ihtiyaçları sağlamıştır.

Kızılay, insani yardım çalışmalarının yanı sıra, kan bağışı kampanyaları da yürütmektedir. Kan bağışı kampanyaları, Türkiye’nin yanı sıra dünya genelinde de yürütülmektedir. Kızılay, kan bağışı kampanyaları sayesinde, hastanelerde tedavi gören hastalara, ameliyat edilenlere ve kan ihtiyacı olanlara kan sağlamaktadır.

Bugün, Kızılay, Türkiye’de en büyük yardım kuruluşlarından biridir. Kızılay, Türkiye’de ve dünya genelinde yaşanan acil durumlarda, doğal afetlerde ve savaşlarda hızlı bir şekilde harekete geçerek, ihtiyaç sahiplerine yardım etmektedir. Kuruluş, Türkiye’nin dört bir yanında bulunan şubeleri ve gönüllüleri sayesinde, yardım çalışmalarını etkin bir şekilde yürütmektedir.

Sonuç olarak, Kızılay, Türkiye ve dünya genelinde birçok insana yardım etmiş, insani yardım çalışmaları ve kan bağışı kampanyaları yürütmüştür. Kuruluş, günümüzde de hala ihtiyaç sahiplerine yardım etmek için çalışmalarını sürdürmektedir.

Serdar-ı Ekrem Ne demektir

“Serdarı Ekrem”, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde kullanılan bir unvandır ve “kahraman” veya “cesur komutan” anlamına gelir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşanan siyasi ve askeri çalkantılar nedeniyle, birçok askeri lider ve komutanın cesaretleri ve kahramanlıkları öne çıkmıştır. Serdar-ı Ekrem unvanı, bu askeri liderlerden bazılarına verilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin son dönemi, 19. yüzyılın sonlarına doğru başlayan ve I. Dünya Savaşı’na kadar devam eden bir dönemdir. Bu dönemde, Osmanlı Devleti, iç sorunlarla ve dış tehditlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle, Osmanlı ordusunun birçok başarılı komutanı, “Serdar-ı Ekrem” unvanını kazanmıştır.

Özellikle, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yaşanan Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’nda birçok askeri lider ve komutan, cesaret ve kahramanlıklarıyla öne çıkmıştır. Bu liderler arasında Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, İbrahim Bey (Kuva-yi Milliye’nin komutanlarından biri), Cevat Paşa, Enver Paşa, Liman von Sanders ve Mehmetçik Kutlu gibi isimler bulunur.

Serdar-ı Ekrem unvanı, Osmanlı Devleti’nin son döneminde yaşanan askeri olaylarda başarılı olan liderler için verilmiştir. Bu liderler, Osmanlı Devleti’nin varlığını ve güvenliğini korumak için savaşmışlardır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte, Serdar-ı Ekrem unvanı da tarihe karışmıştır.

Sonuç olarak, Serdar-ı Ekrem unvanı, Osmanlı Devleti’nin son döneminde yaşanan askeri olaylarda cesaret ve kahramanlık örneği gösteren askeri liderlere verilen bir unvandır. Bu liderler, Osmanlı Devleti’nin varlığını ve güvenliğini korumak için savaşmışlardır ve tarihleri Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki askeri başarılarla özdeşleşmiştir.

GAMZEDEYİM DEVA BULMAM – Hikayesi

GAMZEDEYİM DEVA BULMAM

Tüm şarkıların bir hikayesi vardır. Gamzede’yim Deva Bulmam şarkısı da bu tür şarkılardan biridir. Hemen belirtelim, Gam-zede, üzüntü sebebiyle kötü duruma düşmüş anlamındadır.

Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendi’nin kendi cemaatinden çocukluk aşkı bir sevdiği varmış. Aile o tarihlerde Erivan’a göç ettiğinden evlenememişler. Aradan uzun seneler geçmiş Tatyos efendi evlenmiş çocukları olmuş ancak kadın hiç evlenmemiş ve bir gün İstanbul’a dönmüş. Bunu öğrenen Tatyos Efendi sözlerini de yazarak bir eser bestelemiş.

Kısa zaman sonra Beyoğlu’nda bir meyhanede gece nihayete ererken birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken birlikte oturdukları Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o uşşak şarkıyı ilk defa söylemiş.

Gamzede’yim deva bulmam,
Garibim bir yuva kurmam,
Kaderimdir hep çektiren,
İnlerim hiç reha bulmam.
Elem beni terketmiyor,
Hiç de fasıla vermiyor,
Nihayetsiz bu takibe,
Doğrusu ta’kât yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kadri,
Uğraşma gel Tatyos gayri,
Eserin çok kıymetin yok,
Git talihine küs bari.

Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur. Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor meyhane de kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar. Birkaç hafta içinde İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hânende ne sâzende kalıyor.

Şarkıyı besteledikten bir ay sonra Tatyos Efendi vefat ediyor naaşı klisede iken otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın Ahmet Rasim’in yanına üzerinde ‘Tatyos ile birlikte defnedilecektir’ yazılı bir zarf bırakıyor. Yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilecek zarfın içinde şu dizeler yazılıdır;

Gamzede’sin devân benim
Garip kuşsun yuvan benim
Çektiğimiz yeter gayri
Kaderimsin inan benim.
Ta’kât yetişmez eleme,
Bülbül imrenir çileme.
Bizim şu kara sevdamız,
Kalsın öteki aleme.
Elbet kadrini bilirim,
İste; canımı veririm.
Küsme talihine Tatyos
Çok durmam ben de gelirim.

2023 KAYALARIN OĞLU – Barış Manço

Barış MANÇO’nun 1974 yılında yazıp söylediği ”2023 KAYALARIN OĞLU ” adlı şarkının sözlerini okuduğum zaman diyorum ki ”Türk Devlet Aklı” bu güzelim memleketi ite köpeğe uğursuza asla teslim etmez,teslim almalarına müseade etmez. .Barış Manço bu şiirinde taa 1974 yılında bir ön görüde bulunmuş ve kurulan ”TÜRK DEVLETLER TEŞKİLATINA” dikkat çekmiş. Cumhurbaşkanı Erdoğan K.K.T.C. Türk Devletleri Teşkilatına üye kabul ettirip devlet olarak tanınmasını sağlamak ile uğraşırken,Kılıçdaroğlu ise Avrupa ülkelerine vize muafiyeti almak adına Kıbrıs Rum Kesimini tanıyıp K.K.T.C. devlet olarak tanınmasının önüne geçmeye çalışmakta. Rabbim bu uğursuzlara fırsat vermesin.
2023 KAYALARIN OĞLU

Kayaların Oğlu’ şiirinin sözleri şöyle:
1923’ün ılık bir ekim sabahında,
Kayaların toprağa dikine saplandığı yerde doğdum,
Toprak anayla kaya babanın oğluyum ben,
Toprak anam sevgi dolu, bereket dolu,
Toprak anam sessiz, ama toprak anam dopdolu…
Toprak anam toprak anam Anadolu,
Babamsa sağı solu belli olmaz,
Bir gürledi mi yer yerinden oynar,
Göğsünde çatırdamalar olurmuş,
Onun için derdi, onun için sayısız irili ufaklı,
Kaya parçaları vardır bu topraklarda,
Ve sen benim oğlum
Ve sen kayaların oğlu,
Bu taşı toprağı bir arada tutacaksın,
Kolay değil kayaların oğlu olmak,
Kuzeyden esen rüzg’ra,
Güneyden gelen kavurucu sıcağa,
Karşı koruyacaksın onları,
Kolay değil, kolay değil,
Kayaların oğlu olmak,
2023’ün ılık bir ekim sabahında,
Bacaklarımda hafif bir uyuşma ile uyandım,
Ve sanki yüz yıllık ulu bir çınar gibi,
Kök salmaya başladım o sabah,
Ve ilk kez sağımda solumda asırlardır,
Durmakta olan diğer çınarları fark ettim,
Doğudan hafif bir seher yeli yükseldi,
Ve asırlık çınarlar beni de aralarına aldılar,
Ve 2023’ün ılık bir ekim sabahında,
Yeni bir kayaların oğlunun doğuşunu,
Beraberce seyre koyulduk…”
Barış Manço

ÜZÜM

Genç kadın hamileydi. Eşi askerdeydi subaydı görevli gitmişti. Dönüş tarihi belli değildi. Mevsim kış başıydı. Yataktan kalktı pencere kenarına oturdu. Sokak lambası isli lamba gibiydi. Tipi başlamıştı. Sokak kapısı dışındaki odunların üzerini sıkıca naylonla örtmüş kömür çuvallarını komşusu balkona taşımıştı. Buraya geçen yıl tayin olmuşlardı. Bu ev iki katlıydı üstte ev sahibi oturuyordu. Onlar da yaşlıydı evlatları hep Almanya’da ydı.

Diğer odaları kapatmış bir odada soba yakıyor mutfak kapısını aralıyordu.Hava çok soğumuştu..Kalktı çaydanlık sobanın üzerinde kaynıyordu. Mutfaktan fincan getirdi.

Çay koydu. Televizyonu açtı. Soğuk hava gelmişti kar yağışı nedeniyle köy yolları kapanmıştı. Bu ilk kardı.

.. Okula gidemiycem yarın..İyiki dün pazara gitmişim her şeyim var.

Mutfaktan bir paket bisküvi aldı geldi.

Çayla bisküvilerden yedi.

.. Ahmet e müjdeyi nasıl vericem Kim bilir ne kadar sevinecek. Hayret bebek üç aylık olmuş nasıl farketmedim iyiki bu gün doktora gittim.

Sabaha karşı kar diz boyunu geçmişti.

Uyandığında saat dokuzdu. Kapı çaldı. Kalktı açtı.Ev sahibi Musa amca elindeki tabağı uzattı.

.. Kızım iki kere geldim az tıklattım kapını. Okullar tatilmiş iki gün. Teyzen ekmek pişirdi bu sabah sıcakken ye. Yanındaki poy otu karışımı bu ekmekle güzel olur biz erken uyandık yaptık kahvaltımızı.

.. Sağol Musa amca Emine teyzemin eline sağlık.

..Afiyet olsun kızım.

Çay tereyağlı ekmek ve poy otu yanında pekmezle kahvaltı etti.

Bahçeye gelen kuşlara ekmek ufaladı.

Bu ekmek ona iki gün yeterdi.

Annesi ona sıcak bazlama yapmayı öğretmişti.

.. Un çok bende bazlama yaparım sobamda, sıkıntı yok. Lambamda hazır.

Az sonra Emine teyze geldi.

Elinde bir tabak kuru üzüm vardı.

.. Ekmek nasıl olmuş hocanım

.. Çok lezzetliydi bayıldım tadına.

.. Nohutlu akşamdan mayalayıp yattım.

Sabah kuzinede pişirdim

.. Bana da öğret bende yapayım.

.. Olur yaparız kızım..

.. Ben kahve yapayım Musa amcayı kapıdan çağırayım.

Akşam üzeri kar gene başladı. Sularda akmıyordu.

Annesi aradı.

.. Kızım nasılsın kar çokmuş orada?.

.. Evet çok yağdı köy kar altındaymış okullar tatil iki gün.

.. Aman üşütme çıkma bir yere baban hava durumuna bakıyor hep.

.. Anneciğim üç aylık hamileyim torun geliyor babama da söyle.

.. Nee torun mu?

.. Evet torun doktora gittim dün.

.. Yavrum tebrik ederim çok sevindim.

Ahmet biliyor mu?

.. Yok o görevli gitti.

.. Gelince ver müjdeyi. Öptüm yavrum ağır kaldırma ağır ağır yürü yolda. Sakın kayma . Baban şokta şu an duydu seni.. Gene ararım seni. Öptüm güzel kızım.

.. Hoşçakalın ben de öptüm.

Mutfaktaki kuru üzüm tabağını aldı geldi. İri taneli siyah üzümü yerken aklına yaş üzüm geldi.

.. Ah bu yaş olsaydı kütür kütür yerdim.

O gece rüyasında üzüm bağında kırmızı üzüm salkımlarını bir sepete toplarken uyandı. İri salkımlar gözünün önündeydi.

.. Allahım yaş üzüm nerde olur. ?

Kasabada yaş üzüm yoktu. Musa amca da seferber oldu.

Okulda sordu köyde zaten bağ yoktu.

Okul iki gün gene tatildi. Ahmet aradı.

.. Canım nasılsın ben iyiyim. Merak etme beni dağlardayız.. Bu gün bir askeri kurtardım mayına basıyordu.

..Ayy bişey oldu mu?

.. Yok ben engel oldum kurtardım aslanımı.

.. Ahmet üç aylık hamileymişim doktor dedi.

.. Neee

.. Evet

.. Canım sevgilim

.. Bir sorun var ama.

.. Ne oldu?

.. Canım çok yaş üzüm istiyor kırmızı üzüm.

.. Bulurum ben üzülme sen. Başka var mı bir isteğin?

.. Yok hayatım ev sahipleri kızları gibi bakıyorlar bana. Soba kovasını Musa amca döküp geliyor.

.. Allah razı olsun onlardan.

.. Özledim seni

.. Bende canım.

Telefon kapanınca pencere kenarına oturdu. Elindeki çayı sehpaya koydu eşinin resmini açtı baktı öptü

.. Çabuk gel Ahmetim. Allahım onların hepsini koru.

On gün sonra okulda sınıf kapısından müdür içeri girdi öğrenciler ayağa kalktılar.

Yanında bir asker vardı.

.. Hocam beş dakika odama buyurun.

.. Ne oldu Ahmete ne oldu kocama söyleyin?

Etrafı karardı. Olduğu yerde düştü kaldı.

Gözlerini açtığında okul müdürü iki hemşire ve doktor gülümsüyordu.

.. Hocanım korkuttun bizi

.. Ahmet Ahmet nerde ne oldu ona?

.. Hocanım eşiniz iyi bir şeyi yok.

.. Yalan söylüyorsunuz şehit oldu kocam

ondan geldiniz..

.. Hayır o gayet iyi size üzüm göndermiş.

Yollar kapalı olunca karakoldan rica etmiş görevli asker getirdi okula.

Buyurun bu paket sizin.

Genç kadın ağlıyordu. Bu sevinç gözyaşlarıydı.

Eve okul müdürü araba ile bıraktı.

Doktor üç gün rapor yazmıştı.

İçeri girdi sobaya iki odun attı.

Paketi açtı. Yedi iri salkım kırmızı üzüm ona bakıyordu. Bir de not vardı. Açtı okudu.

.. Değerli hocanım ben Murat onbaşı komutanım beni mayından kurtarmıştı moral için izine geldim. Bizim Manisa’da bağımız var. Kışa üzüm saklarız. Komutanım aradı hemen kargoyla gönderdim. Karakola gönder dedi ,yollar kapalıymış. İhtiyaçsa gerisi çok. Afiyet olsun. Bebeğiniz sağ salim analı babalı doğsun büyüsün.

Saygılarımla💐

Zeynep Karaaslan Eman

METİN AKPINAR

“Annesinin zorlandığı her işe o koşuyordu. Camları silmekten tutun da yerleri süpürmeye kadar…
Güney ablası da evlenip evden gidince Metin artık evin hem oğlu hem kızı olmuştu. Her iş geliyordu elinden.
Karşı komşu Sudi Saka, sporcu.. Bahçesinde barfiks vardı. Arada sırada çağırırdı genç Metin’i, birlikte antrenman yaparlardı. Bir gün öğrendiler ki Sudi Abi’nin evi satılıyor.Gelen, giden, bakanlar oluyor..
Ve bir gün, eve bakmaya gelenler arasında Ali MacGraw’a benzeyen bir genç kız.. Yanında bir askeri öğrenci, arkalarında bastonlu bir adamla bir kadın..

Beşiktaş’taki evlerini satan Özdoğu ailesi, yeni komşuları oluyor Akpınarların.
Taşındıkları gün o genç kız, adı Göksel, çok çalışıyor eşyaları yerleştirmek için. Çok hamarat, becerikli..
Annesiyle Metin pencereden onları izliyorlar. Hamaratlığı görünce “Ana” diye sesleniyor Metin, “senin gelin geldi galiba.”
Eskiden mahalleye yeni komşu taşınınca, evlerinde henüz ocak yanmıyor diye komşular yemek yapıp götürürlerdi. Nadide Hanım da hemen bir düğün çorbası yaptı, yanına ekmeğinden suyuna eksiksiz bir tepsi hazırladı. “Al oğlum,” dedi Metin’e, “götür bunu.”
Kapıyı Göksel açtı. “Biz karşı komşuyuz,” dedi Metin, “annem gönderdi.”
İlk karşılaşma.. 62 yıllık beraberliğin ilk anı..
“Mahalleye yeni biri geldi mi ertesi sabah, ‘Hoş geldin komşu kardeş,’ diye yanaşılır. Sen kapmazsan başkaları kapar kızı. Hazırlandım, süslendim, hemen çıktım,’Hoş geldin komşu kardeş, nerede okuyorsun, ne yapıyorsun? Hadi sahil yolunda biraz yürüyelim..

‘En güzel kıyafetlerimi giymişim, ağzım kokmasın diye de bir karanfil atmışım onu çiğniyorum. Sen o karanfil kaç boğazıma! Kızın yanında öleceğim. Nasıl ıstırap çektim o ilk buluşmamızda anlatamam..”
Okulu kırıp gezmeler, el ele tutuşmalar, Emirgan Korusu, Boğaz’da kayık sefası..
Aşık oldular birbirlerine. “Aksaray’ın en büyük yangını” böyle başladı..
“Her şeyin fazlasını severim ben. Ya en çok ya en az! Ya çok öfke ya çok sevme! Hep söylerim;aşkımız da büyüktü,flörtümüz de büyüktü. Ekmek almaya diye çıkıp eve sekiz saat sonra döndüğümüz çok olmuştur.”
1960 askeri darbesinin ardından gelen siyasi ortam içinde, bir yandan da aşkları doludizgin devam ediyordu. Metin Bey’le Göksel Hanım hep camdan haberleşip çıkarlardı dışarı. En kötüsü ise mahalleye girerken ayrılmaktı. İşaretleşmeler zamanla gündüzden geceye de taşındı.

Camdan cama minik şakalar, mektuplar, şiirler.. Göksel 18’inde henüz, Metin 19..
Ve mutlu sona doğru bir adım atıldı, “haydi kızı isteyelim.”
“Ne iş yapıyor oğlumuz?”
“Lise sonda beklemeli.”
“Olmaz, öğrenciye kız vermeyiz.”
Mutlu son, başka bahara kaldı. Ama dinleyen kim?
Çıkıp gitmeler, gezmeler arttı. Ortadan yok olma süreleri saatleri bulunca Göksel Hanım’ın babası duruma el koyup kızının evden dışarı çıkmasını yasakladı.
“Bizim bu kural tanımaz halimiz kayınpederi kızdırdı. Kayınbaba da dini bütün, biraz muhafazakar bir beyefendi.
Erzurumlu bir albay emeklisi. O bastonla dolaşıyor, ben silahla dolaşıyorum. Delikanlılık; şarap şişesi bir cebimde, silah bir cebimde ‘Kızı alırım kaçırırım, bana nasıl vermezler!’ diyorum. Bugün şaka gibi gelen bu öykü o zaman bizim için hayatımız ve çok önemli bir şey!..”

Başladı müstakbel kayınpeder dışarıda bastonunu yere vura vura gezmeye..Metin’in de kanı deli akıyor, o da taktı silahı beline.. Ne olacak şimdi?..
“Kızı alıp kaçıracağım, başka çare yok. Allem ettik kallem ettik, araya girenler oldu ama vermediler ısrarla. Ben de dedim ki
‘Bana kaç.’ Evlenmezsek ben gemici olacağım, uzak yollara gideceğim ve asla kavuşamayacağız,’ dedim bir de..
‘Gelir misin?’ ‘Gelirim.’ ‘Benimle beraber olur musun?’ ‘Olurum.’
‘Bütün kuralları yıkar mıyız?’ ‘Yıkarız!’ Bitti!..
Gittik yüzüklerimizi çarşıdan beraber aldık, Kumkapı’da kayaların üzerinde taktık. Bize göre evlendik. Kaçırdım kızı.
Kaçırma deyince dağa kaldırmadım tabii, onların evinden karşı eve kaçtı, iki valizle..”
Sonunda ailesi kabul etti durumu, yüzükler tekrar, bu kez evde takıldı. 1961’in 17 Şubat’ında ise nikahları kıyıldı. Tam da Medeni Kanun’un kabulünün 35. yıl dönümünde!.. “
“Sahneye Adanmış Bir Ömür:
METİN AKPINAR

SARI ÇİZMELİ MEHMET AĞA

Barış Manço’nun 1979 Yılında meşhur ettiği, Mehmet Ağa Aslen Karamanlı bir Toprak ağasıyken, Osmanlı Dönemi yetkilileri Mehmet ağayı çağırarak Kıbrıs Girne’de büyük bir tarla vererek ” Karaman’daki Bahçelerin gibi ek, biç, halka iş ver bizde sana toprak bağışlayalım. Hayvancılık ve Tarımı geliştir” derler…

1810-1920 tarihleri arasında yaşamış Karaman’ dan Kıbrıs’a 5 kardeşinide alıp gelmiştir. Yörük Türkmendir… Kıbrıstaki Köyünün adının Göçeri olması, Yörüklerin konar göçer hayatından gelmektedir. Yörükler köyü de derlermiş Göçeri köyüne ..
Sarı Çizmeli Mehmet ağa, Devlete söz verdiği gibi Tarımda ve hayvancılıkta binlerce kişi çalıştırır, İş verir büyük bir aile olurlar…

Zamanla 3 bin dönümden fazla toprağı olur. Kavgalıları barıştırır, bekarları evlendirir, eşyalarını hediye eder, ev verir, en az da birer dönüm toprak bağışlarmış.
Fakir fukara bir kahvehaneye, ya da lokantaya gittiğinde para ödemez, yer içer, tüm hesapları Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ya yazdırırlarmış.

Ağa her Cuma namaz öncesi esnafı dolaşır, halkın borçlarını ödermiş.
Kendi gibi gönlü de zengin bu ağa malını mülkünü hep başkalarının hesabını ödeyerek harcadığından, yokluk içinde ölmüştür.
Torunları hala Girne İli, Dikmen Beldesi, Göçeri Köyünde yaşamaktadır.
Barış Manco anlatıyor : Kıbrıs’a gittiğim zaman bu mezarı arayıp buldum.
Beni çok üzen konu ise, Mezarın sahipsizliği…
Kabri aradığımı taksiciye söyleyince, Öyle bir bakış attıki anlatamam… ” Abi Ben yıllardır burada taksiciyim, böyle bir mezar duymadım” demiştir.

Gittiğimiz köyde bir amcaya denk geldik ve sorduk. Taksicide kulaklarıyla duydu ve amcada aynen böyle diye doğruladı ve bize mezarı şu karşı tepede diye gösterdi.

İşte bu hikayeyi 1971’de Kıbrıs’a gittiğinde duyan ve araştıran Barış Manço Kabri ziyaret eder fakat çok bakımsızdır kabri (1977) Sarı Çizmeli Mehmet Ağa şarkısını yapar ve sonrasında Mehmet Ağa’nın köyündeki mezarını yaptırır (1982).
İşte o harika şarkının kaynağı bu hayat hikayesidir

Şimdi sözlerinin daha bir anlamlı olduğunu fark edeceksiniz.
Sarı Çizmeli Mehmet Ağa
Yaz dostum güzel sevmeyene adam denir mi
Yaz dostum selam almayana yiğit denir mi
Yaz dostum altı üstü beş metrelik bez için
Yaz dostum boşa geçmiş ömre yaşam denir mi
Yaz tahtaya bir daha tut defteri kitabı
Sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı
Yaz dostum yoksul görsen besle kaymak bal ile
Yaz dostum garipleri giydir ipek şal ile
Yaz dostum öksüz görsen sar kanadın kolunu
Yaz dostum kimse göçmez bu dünyadan mal ile
Yaz tahtaya bir daha tut defteri kitabı
Sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı
Yaz dostum Barış söyler kendi bir ders alır mı
Yaz dostum su üstüne yazı yazsan kalır mı
Yaz dostum bir dünya ki haklı haksız karışmış
Yaz dostum boşa koysan dolmaz dolusu alır mı
Yaz tahtaya bir daha tut defteri kitabı
Sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı.

Halk bilimi, kültür, ve müzik ancak böyle güzel birleştirilebilir. Ve bunu en iyi yapanlardan biri Barış Manço idi. Hem hikayedeki Mehmet Ağanın hem büyük kültür adamı Barış Manço’ nun ruhu şad olsun…

~Çanakkale Öğretmen Okulundan Mücella Türkay Kırmızıgül ‘den alıntıdır

İki yeni gelin

İKİ YENİ GELİN , AİLEYE KATILMIŞ İKİ GENÇ GELİNİN DÜŞÜNCELERİ …..

BİRİNCİ GELİN

..Bu eve gelin geldim. Ev çok kalabalık. Bu kalabalık beni bunalttı. Zor günler yaşıyorum .Eşim anne babası ile oturmamızı istedi. Eltim, kaynım, bekar bir görümcem de var. Tam yedi kişiyiz. Kaynanam çok yaşlı kafamız hiç uymuyor. Pek oturup sohbet etmiyorum. Eltimle uyuştular.

Akşam üzeri ikindi çayına adet yerini bulsun diye inip ,bir çay içip odama çıkıyorum. Kayınpederim bize sormadan kendi zevkine uygun hediyeler alıyor. Benim zevkime göre olmayan bu hediyeleri gizlice çöpe atıyorum.

Şimdi de yağmur başladı. Bir o eksikti. Camlar gene kirlendi. Bahçeye de çıkamayınca evde hapis gibi oturucam .Ev ormana dağa bakıyor. Pencereden orman ve dağ manzarası görmekten bıktım.

Biraz sonra görümcem gelir bana ya patates soydurur yada yeşillik yıkattırır.

.. Gelin hanım canın sıkılmasın, diyerek elime iş tutuşturuyor. Eltim durmadan mutfağa girip acaip şeyler deniyor o bir ot manyağı gibi bir şey.

Arka bahçeye de bir sürü nane, maydanoz, soğan ekip dikmişler. Nane kokusunu hiç sevmem. Elimde olsa hepsini söküp atardım. Bu ev beni çok bunalttı ,çok eski içim sıkılıyor. Yemek saatlerinde odamda yatamıyorum mecbur yemeğe iniyorum. Annem babam da bu evi beğenmediler.
Annem :
_Aman kızım, ayrı güzel bir daireye çıkın dedi. O da çok sıkıldı. Ev korku evi gibi çok odası var .Önünde bir taşlık arkada kocaman bir bahçe yürümekle bitmiyor. Bende çocuğum olursa bu evde yaşamasını istemem doğrusu. Çocuk için daha çok erken.
Eşim bu evin nesini seviyor acaba.?
En kısa zamanda eşimi ikna edip gitmeliyiz. Böyle şehir kenarında yaşamak bana göre değil bunaldım..

İKİNCİ GELİN ..

Bu eve yeni gelin geldim. Eşim ve kaynım üç ay ara ile evlendiler. Biz kalabalık bir aileyiz. Ev çok büyük sekiz odası var. Kalabalık olmakta çok güzel. Birlikte yemek yemek, çay sohbetleri çok güzel oluyor. Bayramlarda daha da güzeldir.

Bizim odamız dağa ve ormana bakıyor. Odayı süpürüp havalandırıyorum. Camı açıp mis gibi çam kokusunu bol oksijeni içime çekiyorum. Eşime boyalar aldırdım. Bu odada küçük bir atölye bile kurup dağ orman ve çiçeklerin, dağdan güneşin doğuşunu çizip çok güzel resimler yapabilirim. Şimdiden babamın aldığı makine ile çok güzel manzaralar çektim ilerde sergi açabilirim. Odamız çok büyük banyosu bile var.

Kayınvalidem çok yaşlı ondan çok şeyi öğrenmek istiyorum. Görmüş geçirmiş bir kadın.
Buranın yemek kültürünü merak ediyorum. En kısa zamanda öğrenmeliyim öğrendiklerimin kitabını bile yazabilirim.

Şimdi de yağmur başladı. Yağmur öyle güzel yağıyor ki pencereden izlemek bile güzel. Cama iri su damlaları düşüp aşağı kayıyor. Cam tertemiz oldu.
Böyle havalarda kitap okumak çok zevkli.

Mutfakta görümceme yardım etmeyi seviyorum. Sebze doğramak, patates soymak, dolma doldurmak, çeşitli salatalar yapmak çok zevkli. Ona yardım eden Hanife abla köyden gelip gidiyor aylıkla çalışıyor ondan da yufka açmayı öğrendim.

Arka bahçede çok güzel sebze ve otlar var. En güzeli nane ve fesleğenler. Dün sabah kahvaltıya (pazar günleri kahvaltı bende) domates biber maydanoz naneyi incecik kıyıp peynirle, kekikle karıştırdım. Üzerine zeytinyağı da gezdirdim. Herkes çok beğendi. Kaynım, kayınpederim haftaya gene isteriz dediler.

Kayınpederim iş için gittiği yerlerden bizlere hediye alıyor sağolsun. Bende dolabımda saklıyorum. Son getirdiği Antika saat kolye çok güzel..

Ev çok eski tarihi bir ev mimarisi çok hoş. Her şey düşünülerek yapılmış. Merdiven trabzanları oygulu nakışlı gibi.

Kendimi sarayda oturuyor gibi hissediyorum. Asiye hanım haftada bir yerdeki tahtaları merdivenleri silmeye geliyor. Evi arap sabunu kokusu sarıyor. Ev o gün ışıl ışıl oluyor.

Yakın bir zamanda bebeğimiz gelecek ben çocuğumun kalabalık bir evde doğacağına çok seviniyorum. Koskoca bahçede çiçek kokuları çam ıhlamur kokuları içinde koşup oynaması ne kadar güzel olacak.Eve neşe gelecek. İnşallah sağ salim doğması için dua ediyorum.
Üst kattaki misafir odamızda kalan annem babam da evi çok beğendiler.
Eski demir karyolada mışıl mışıl uyumuşlar. Eşimi ailemi ve evimizi çok seviyorum……

(İşte size eve yeni gelmiş aileye katılmış iki genç gelinin düşünceleri….. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz..?)

Türkiye’deki fabrikalarda Beethoven dinleyerek çalışan hiç işçi var mı?

Türkiye’deki fabrikalarda Beethoven dinleyerek çalışan hiç işçi var mı?!.
Bir zamanlar vardı…
Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nda Beethoven çalıyordu.
Piyanosu olan bir fabrikadan bahsediyoruz.
Emekçilerinin koro kurdukları ve klasik müzik seslendirdikleri bir fabrikadan!
İşçi korosu sadece Nazilli’de değil, Aydın ve Denizli gibi çevre illerde konserler veriyor ve Atatürk’ün çok önemsediği çok sesli müziği Anadolu’ya tanıtıyordu.
Ayrıca:
İşçilerin radyosu vardı.
Tiyatro yapıyorlardı.
Fabrika bir eğitim kurumu gibiydi.
İşçiler yemek aralarında dünya klasiklerini okuyordu.
Fabrikada eğlenceler düzenleniyordu. Balolar yapılıyordu.
Haftada 6 filmin gösterildiği 700 kişilik sinema salonu vardı.
Kurulan Sümer Halkevi’nde halka biçki-dikiş kursları veriliyordu. Yılda iki kere
halka basma dağıtılıyordu.
Fabrikada işçilere okuma yazma öğretmek için beş sınıflı okul vardı. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulu 980 öğrenciye sahipti.
İşçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştu.
Lacivert – beyaz renkli Sümer Spor; atletizmden bisiklete, futboldan yüzmeye kadar birçok branşta faaldi.
Paten yapılıyordu.
Bisiklet yarışları düzenleniyordu.
Fabrika bünyesinde 40 yataklı bir hastane, bir eczane, bir de laboratuvar vardı.
İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve bin kişilik lojmanlarda kalırken, bekar işçiler için 350 kişilik bir
Bekar İşçi Evleri vardı.
İşçiler arasında Türkiye’nin dört bir yanından gelenler olduğu gibi, Yunanistan’dan Bulgaristan’a,
Almanya’dan İsviçre’ye kadar yurt dışından çalışmaya gelen 1200 işçi vardı.
Şehir merkezi ile fabrika arasında gidip gelen ve fabrika çalışanlarının yanı sıra Nazilli halkının da ücretsiz olarak binebildiği “Gıdı Gıdı Treni” vardı! ve Gıdı Gıdı isminde mizah gazetesi çıkıyordu.